GİZEMLİ BİR DERVİŞE PENCEREMDEN TANIKLIĞIM

Yüce Rabbim, 2000 senesinin Hac mevsiminde Hicaz’da olma saadetine eriştirdi. Sanırım o sene Haccı ekber’e tevafuk etmişti. Ama daha önemlisi, o Hac yolculuğu boyunca tanışma nimetine eriştiğim şifalı insanlar ömür boyu benliğimde iz bırakacaklardı.


Bu duygusal paragraftan sonra mümkün olabildiği kadar belgesel devam etmek istiyorum. Zira Nimetullah hoca ile olan hatıralarımı onun çizgisine yakışacak şekilde, bir gıda gibi: “herkes için, doğal, yalın” haliyle anlatmak için objektif olmak gerekiyor diye düşünüyorum.


O yıl hacda bir kuruluşta sağlık görevlisiydim. Mekke'de başlayan gruptaydık ve yoğun çalışıyor, mesai ve nöbet bölüşümleri konusunda sık sık sürtüşme yaşıyorduk. Medine grubu kısa bir süre için aramıza katıldığında bir doktor ağabeyle tanıştık. O geldikten sonra birden bir muhabbet havası hakim olmuş, herkes birbirinin nöbet saatlerinde yardıma gelmeye başlamıştı. Ama konumuz o ağabey değil, bir gün onun ziyaretine gelen uzun beyaz kıyafetleri, upuzun beyaz sakalları, bol bol gülümseyen yüzü ve her zaman olumlu yaklaşımlarıyla ilk görüşten itibaren sıra dışı bir şahsiyetle karşı karşıya olduğumuzu hissettiren amca.


Diğer yandan da alabildiğine silik birisi gibi sessiz, sakin ve mütevazi bir hali vardı. Az konuşuyordu. Kendisinden nadiren bahsederdi. Yeni tanıştığınızda bile yanında son derece rahat davranırdınız. Doktor Mehmet Ali ağabey’i ziyaret ettiğinde ağabey adeti de olduğu üzere hemen oralarda yerini iyi bildiği Türkmen ekmeği ve kahvaltılıklar tedarik edip bir kahvaltı sofrası oluşturmuştu.


Muhabbetli bir kahvaltı edilirken bu amcanın Tokatlı olmakla birlikte açık bir küçük bardak çaydan fazlasını içmemesi dikkatimi çekti ve sordum:

- “Sizin oralarda çay bu kadar az içilmez, daha almaz mıydınız?”

- “Benim hocam hiç bir şeye müptela olmayın derdi, o yüzden”

şeklinde hayat boyu unutmayacağım bir cevap almıştım.


Unutamayacağım diğer bir şey de, her zaman ve zemini tebliğ vasatı haline getirmesiydi. Kendisinden bahsetmez, bahsederse de kınardı ama girdiği ortama göre bir nasihat ve irşad konusu bulur ve, odanın veya salonun boyutlarına göre her oktava çıkabilen sedasıyla herkesin duyacağı şekilde nasihat ederdi. Kliniğimize girerken bekleyen hastalara hastalığın, hele hacda hastalanmanın nasıl bir nimet olduğunu, sabrın faziletlerini kısa bir konuşmayla anlatıverir, bir vesileyle kendisine yemek ikram etmek için yemekhaneye gittiğimizde bütün yemekhaneye selam verip sonra da nimetin şükrüyle ilgili kısa bir nasihat verirdi.


Müjdeleyici yönü bariz olarak ağır basıyordu. O kurumun zamanında hac işlerinden sorumlu olan Hasan Damar ona bu yönden de çok takılırdı, hatta bir keresinde birlikte vaaz kürsüsüne çıktıkları bir mekanda yanında durup onun vaazı boyunca fazla rahatlatıcı sözler söylediği zaman canını acıtacak şekilde ayağına bastığını anlatmıştı. “ - O zaman toparlıyor tabii!..” Tahmin edeceğiniz gibi bu anıya da hocaefendiden bir ses çıkmadı.


O hacda beraberliğimiz devam etti, sonraki yıllarda da hacca gittiğim zamanlarda onu gerek Haremi şerif'te, gerekse Mescidi Nebevi'de belirli yerinde bulmak mümkün olduğundan kolayca karşılaşırdık. Beni arkadaşlarıyla tanıştırırdı, her renk ve milletten. Nimetullah hoca efendi “ben pek okuyamam, pek yazamam, dil pek bilmem” der, bunu –Hicaz’da senelerce imamlık yapan birisi olarak- ciddi bir şekilde söylerdi ama böyle beynelmilel dostlukları vardı. Ben 'domo arigato' kalıbını Styx'ın 'Mr. Robotto' şarkısından sonra bir daha ondan duydum telefonda Japonca konuşurken, kılık kıyafetiyle o zaman için çok ilginç gelmişti.


Pakistan'dan hocalara bu benim doktorum, dizlerim için tedavi veriyor dediğinde gülerek takıldılar, meğerse “seni genç taylar gibi yapar artık” demişler. Bir gün de Mescidi Nebevi çıkışında yanlış hatırlamıyorsam Türk bir hacı onun evliya olmasıyla ilgili şakalar yaptı, o da konuyu kapatmaya çalıştı.


Ben pek üzerinde durmasam da sonra bana açıklama yapmak ihtiyacını hissetti:

- “Benim kız kardeşim Beykoz'da kirada kalıyor. Ev sahibi ödediği kiradan memnun değildi, çıkmasını istemiş. Bir gün kapıya geldiğinde onu karşılayan benim görünümümde birisi olmuş, içeri buyur etmiş, sohbet etmiş, adam ikna olmuş. Benim olaydan hiç bir haberim yok, sonradan kız kardeşime benimle tanıştığını, vereceği kirayı kabul ettiğini söylüyor, o sırada ben Japonya'dayım, kız kardeşim tabii ki şaşırıyor. Duyan herkes de şaşırıyor da bana şakalar yapıyorlar. Allah teala benim gibi günahkar kuluna da böyle nimetler veren Kerîm bir zat işte. Bir iş için bir melek yaratır, kudretinin bir haddi yok ki...


Bir seferinde Türkiye'ye geldiğinde gelen geçen herkese selam veriyordu, hatta arabayla mahalle arasında bir yere giderken pencereyi açarak yanından geçtiğimiz insanlara da selam veriyordu. Bu bana ibret oldu ve ben de bir süre yolda insanlara selam verdim, gördüm ki dış görünüşünden hiç ummayacağınız insanlar da selamı alıyorlar. O zaman için bu ders, kalbi bir hastalığıma şifa olmuştu. “Bu bir nimettir, insanları mahrum bırakmamak lazım. Avrupa’da birisi tek bir selam sonrasında Müslüman oldu” demişti.


Selam demişken, bir dönem telefonunu açarken o gür ve tok sesiyle “Selamun aleykum bima sabertum ve ni'me ukbeddâr” veya sonuna “tıbtum, feddhulûhâ halidîn”, “ve ni'me ecrul âmilîn” gibi cennetliklere meleklerin hitabı olan kelimelerle selam verir, insanı o günlük koşuşturma içinde dahi adeta başka alemlere misafir ederdi.


Ayasofya'nın ibadete açılması için büyük bir sabah namazı organizasyonu yapılmıştı, o mahşeri kalabalıkta bile onu gördüm ya, herhalde herkes bir ara görmüştür zannediyorum. Bir ara filmlerden fırlamış gibi otantik kıyafetler içerisinde birkaç dervişle karşılaştı o sabah ve onlara son derece ciddi bir ifade ile: “Siz hangi bahçenin gülüsünüz derler” demişti. Bu hoş anı da hafızama kazındı işte.


Bir umre dönüşü beni Üsküdar'da bir dergâha çağırdı, gittim. “Sen şimdi günahlarından temizlenmişsindir, beraber dua edelim” dedi. Bizim gibiler kazandıklarını henüz oradayken kaybetmeye başlamasa dönüş yolunda hatalara başlıyorlar oysa. Buna karşın bu olay bana, Nimetullah hoca’nın insanlara hüsnü zannı ve ayrıca hayra olan iştiyakının derecesini göstermiş oldu.


Öyle ki; sigara içen birisi var deseler: “- Gösterin görüşelim, ben sigara içeni, içki içeni severim” derdi. Hiç şaka yaptığını hatırlamam, hatta vefatından sonra anılarımı yazmaya oturunca fark ettim ki dua, irşad, tebliğ, nasihat dışında hiç konuştuğuna şahit olmamışım. Ta ki birisi bir şey sorana kadar, onların dahi hepsine cevap vermeyip sükut ettiği olurdu. Herhalde bu söylediğinde de ciddi idi. İnsanları kötü alışkanlıklarından kurtulmaya ikna etme konusunda hırsı vardı. Bu konuda kendinden değil, ama başkalarından menkul bir şöhret sahibiydi de.


Dünya konusunda ise kalenderdi. Entari ve çıplak ayaklarına giydiği sandaletlerle kıtalararası dolaşırdı. Ayakkabı hediye etseler de bir dahaki gelişinde ayaklarında göremezdiniz. İnsanlardan saygı beklemez, herkese eşit davranır, saygısızlık edene de tavrı değişmezdi.


Türkiye'ye geldiği zamanlar İstanbul'da bolca akrabaları olduğu halde bu şekilde ilginç yerlerde kalır, sorulunca “burada vazife verdiler” derdi. Bir keresinde Okçular Tekkesi'nde de kalmıştı, orada bir sohbetine katılma imkânım da olmuştu. Powerpoint sunumu yapacaktı metni görsel olarak da sunmak için, ama sistem açılmadı bir süre. Yine gayet ciddi bir şekilde: “Olsun, birbirimize bakmak da sevap” deyişini unutamıyorum. Yine kimseden çıt çıkmadı, ama kısa süre sonra sistem çalıştı. Hoca efendi de “Rabbinizden istiğfar edin, hakikaten o çok bağışlayandır” mealindeki ayeti kerime ve devamında istiğfarla gelen nimetleri (Nuh suresi, 10-12) tefsir ederek adeta zihnimize kazıdı o gün.


Saraçhane’de Ahmet Akın Çığman hocamın: “- Orayı ziyaret edin, ben ettim ve feyz aldım” dediği bir mezarlık vardı ki, bitişiğinde çalıştığım dönemde, bu tür şaşırtıcı şeylere önem vermeyen ve kulak asmayan ben dahi orada anlatılsa kesinlikle inanmayacağım bir olaya şahit olmuştum. İşte hoca efendi İstanbul'a geldiği zamanların çoğunda bu mezarlığa bakan bir otelde kalırdı. Oteldeki yetkililer ona hiç saygı göstermiyor, iyi bir hizmet sunmuyor, ziyarete gelen misafirlere de surat yapıyorlardı ve ben hep neden burayı seçtiğini merak eder dururdum.


Hoca efendinin kalp, tansiyon ve şeker hastalığı vardı. Göz ve prostat sorunları da cabası. Onu tanıyan doktorlar hastalıklarıyla kendisinden çok daha fazla ilgilenirlerdi. Bir keresinde yurt dışına da gideceği için uzun süre yetecek ilaç tedarik etmiştik, sonradan öğrendiğime göre ihtiyaç sahibi birisine vermiş. İlaçlarını kullanma ve perhiz yapma konusunda sıkıştırdığımızda haklı olduğumuzu, adam olamadığını, bir kendisine bakamadığını, iradesine sahip olamadığını söylerdi.


Yalnız her zaman yardımına koşacak birisi bulunurdu. Sıkışık bir zamanda bizde yapılamayan tetkikler için başka bir hastaneye göndermiş, bir taraftan da o hengâmede yaşlı hocamız işlerini nasıl halledecek diye üzülmüştüm. Yanında el pençe divan duran bir adamla geldi, hepsini halletmişler. Bu kimdir diye sorduğumda kendi oğlundan bahsedercesine doğal olarak “hizmet ediyor” demişti. O kişi o hastanenin yakınlarında dükkanı olan bir kuyumcu idi, işi gücü bırakıp o gün hoca efendinin işlerine yardımcı olmak için peşine takılmıştı. Bir süre sonra artık bu şaşırtıcı hallere alışacaktım.


Aile sağlığı merkezinde çalıştığım dönemde yine tahliller için misafir etmiştim. Orada işim zaten yoğundu ama o gün kısmetime nasıl yoğunluk olduysa, tahlillerini istemek dışında kendisiyle pek ilgilenemedim. O gün doktor olan oğlum da ziyaretime gelmişti. Odamda ben hastaları alır, işlerini görürken hocam beni kendi halime bırakıp uzun uzun oğlumla sohbet etti ama neler dediğine kulak verme şansım olmadı. Yalnız bir ara ayağa kalktı, oğlumu da ayağa kaldırdı, her tarafını sıvazlarcasına uzaktan ellerini aşağı yukarı hareket ettirerek “Benim velim, Kitab'ı indiren Allah'tır ve O ancak salihleri dost edinir” mealindeki ayeti kerimeyi (A'raf suresi, 196) okudu. Ben o kadar meşguldüm ki bu kadarını algılayabildim. Oğluma daha sonra bunun ne olduğunu, ne konuştuklarını sorduğumda hiç birisini hatırlayamadığı cevabını aldım.


Bir kongre için Malezya'ya gidecektim. Birkaç gün öncesinde beni bir vesile ile aradı. Kuala Lumpur'a gideceğimi söylediğimde, bana orada bir mescidin adresini verdi (Sri Petaling), oradakilerle tanışmamı salık verdi. Onlar da Nimetullah hocanın adını verdiğimde beni misafir ettiler, öyle ki ilk gece dışında otelde kalmamış oldum.


Japonya’daki çalışmalarına çok önem verirdi, yılın çoğunda oradaydı. “-Japonya İslamlaşacak, o zaman Dünyaya da örnek olacak” derdi. Sağlık sorunları Japonya'daki faaliyetlerini yürütmeye engel hale geldiğinde artık tamamen Türkiye'de mukim olmuştu. Yine de ben fazla görüşemiyordum kendisi ile, bazı işadamı ağabeyler her türlü sağlık sorununu takip ediyor ve gerektikçe benden veya başka doktorlardan yardım istiyorlardı.


Hocamızın kalp, tansiyon ve şeker hastalıklarına metastatik kanser de eklenmişti. Beyin ve akciğerde metastazları vardı. Hafızasını kaybettiği dönemde bir ziyaretimde o ağzı dualı ve müjdeleyici tutumunu hiç yitirmediğini görmek beni duygulandırmıştı. Demek ki bunlar beyin işlevlerinden bağımsız hale gelmişti hoca efendide.


Yatağa bağımlı hale geldiğinde, kimseyi tanımaz olduğunda bile hiç huysuzluk, uyumsuzluk göstermeden hastalığını çekti. Sonunda, 30 Temmuz 2021 tarihinde bu Dünyadan ömrü boyunca “ben talebeyim” diyen böyle bir hoca efendi de göçmüş oldu.